Bozcaada

Bugünlerde kızlarla "çantamızı sırtımıza alıp gidesimiz var"lardan doğan bir kıpırdanma var üzerimizde. Benim de bu kıpırdanmadan payıma kalan elbette bir yeni entry ilhamı. Madem Travelling Cooking Dancing, nerelere gittik nerelere gideceğiz paylaşmalı değil mi?

Bakınız 2010 yılından kalma, ilk yeltendiğim blogumda kalmış bir yazım şöyle diyor:

"Bebekliğimden beri Marmara'nın prens adalarından en ufagında doya doya geçirdiğim yazlarım var benim. Yazla da kalmaz ada sevgim. Okullar açılır da kalmaya devam edersen orada, bomboş sokaklarda özgürlügünü ilan etmişsindir artık ve senin gibi birkaç arkadaş da varsa etrafta, yeniden keşfedersin her şeyi ve kendini. Her yaşa ayrı damgasını vurur o Eylüller o Ekimler. Varsa kısmetinde bir pastırma yazı, Kasımlar vardır nimetten sayılan. Adalı degil ada sakinisindir artık. Çok kalabalık iyi değildir çoğu zaman. Kafadar bir arkadaş da idealdir. Eşofman kazak ve çekirdek eşliğinde bir bütün gün geçer de farkına varmazsın zamanın. Kışa girince de rüyalarını süsler ancak. Ada bambaşkadır tadını çıkarabilene.
Ama bu hikayede nereden geldiginin, adalı mı karalı mı olduğunun hiç önemi yok. Deme ki ben bir adaseverim, alışkınımdır 4 tarafımın sularla çevrili olmasına aylarca. Bozcaada’ya gidiyorsan tüm bildiklerini ve beklentilerini at çöpe. Çünkü umduğunu bulamayacaksın burada. Olumsuzluklarla karşılaşacaksın anlamında söylemiyorum elbette. Tatil planını yapmaya başladıgın ilk dakikalardan itibaren İlla ki bir şeyler oluşturmuşsundur kafanda. Şöyle gezeriz, böyle yer içeriz, burada eğlenir buralardan denize gireriz demişsindir. Deme. Burada zaman da mekan da seni evire çevire kendi bildigini okutur sana, şaşakalırsın.
Sözgelimi uzun zaman olduysa gitmeyeli, çok değişmiş bulacaksın. Veya çocukluğunun hayal meyal bi anısıysa ailcek gittigin tatilden kalma, yine hayalinle meyalinle eşleşmeyecek 20’li yaşların sonunda seni karşılayan Bozcaada...
Ondan sebep unut bütün bildiklerini, gitmeden internetten baktığın resimler, ada infoları, hatta kaldığın pansiyonun web sayfasında gördüğün oda bile gerçeğiyle pekişmeyebilecektir. Sıfırla hafızanı, planlarını ve bedenine adrenalin saçan o gereksiz umudu. Tek bildiğin, döndüğünde de eşe dosta anlatacağın anlar olacak anılara dönüşecek olan sonradan. O kadar.
Mesela feribottan indiğin o ilk anda adanın seni karşılama rengi ve tonu, diğer her bir yolcununkinden veya yanındaki eş, arkadaş, yavukludan çok daha farklı. Bunu ancak evine döndükten sonra anlayabiliyorsun. Diyebilirim ki Bozcaada kişiden kişiye değişkenlik gösteren bir 4 tarafı sularla çevrili bir kara parçası.
Surprizlerle dolu bir yer her şeyden önce burası. Karşıdan bakınca çorak bir düzlük tüm görüp görebileceğin. Biraz daha yaklaştıkça bir iki bina ve biraz ağaç serpiştirilmiş gibi sağa sola. Rastgele bir yerleşim yeri havası var kocaman kalenin sağında solunda. Nerede hani o görmeye can attıgın , şarap evleri, o dar sokaklar?… Vallahi hepsini çalmışlar! Sokağı sokak yapabilecek birkaç ev bile görmekte zorlanabilirsin ilk bakışta. Çorak bir tepe. Peki hani o kiliseler filan? Dikkatli bakarsan bir çan kulesi var tepesinde sonradan Nacar marka oldugunu öğrendiğim bir saati olan. Bu mudur peki Bozcaada? Tabii ki değil şekerim.
Tam 7 gününümü ve 7 gecemi nışanlımla doya doya geçirdiğim Bozcaadadan yeni döndüm istanbuluma. Kafamdaki ada konseptinden tamamen uzak bişeydi ilk karşılaştığım. Sokak tabelalarını takip ederek ve bir esnafa sorarak bulduk otelimizi. Kapısına geldiğimizde taştan minik çeyrek bir çember oluşturmuş boş bir lobi gördük uzaktan. Biriki sesleniş ve boşa harcadığımızı anladıgımız çabalardan kısa bir süre sonra sokağa bakan odanın camından bir ses bize az ilerideki çay bahçesi restoran karışımı yere gitmemizi söyledi. Orada bulduk otelin sahibi Sevgi ablamızı. Odamız henüz boşalmadıgından daha sonra çardak adını verdigimiz bu yerde beklemeye koyulduk. Beklerken minik bir sokak yürüyüşü yapalım diye aklımızdan şöyle bir geçtiyse de havadaki rehavet kokusu “oturun oturdugunuz yerde öyle sizin aklınıza esen degil adanın ritmi ne diyorsa o olur” dedi. Çaylarımızı yudumlarken vakit geçiverdi anlamadan. Odaya yerleşmemizle camdan esen rüzgar hoş geldiniz diye fısıldadı sanki.
İşte her şey ondan sonra oldu. Esaslı bir planımız yoktu ve önce uyku dedi ada. Peki dedik elimiz mahkum bebekler gibi bir uyku çektik. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. İstanbuldan tanıdığımız ve evinin nerede olduğunu bile bilmediğimiz abimize eşiyle dondurma alırken rastladık akşam yemeginden sonra. Böylece kahve içmeye gittik evlerine. Ancak o akşam farkına vardık o eski dar sokakları ve sıra sıra dizilmiş rum evlerini. Sonraki günleri hep plansızlık ve buna rağmen muhteşemlik takip etti. Rüzgar nadiren durdu. Şarap tadım ve satış yerlerini amaçsızca bakkal ararken bulduk. Böylelikle gün batımı turunun nereden yapıldıgını keşfettik. Nereden denize girilir nereden girmek pek ideal degildir, nerede ne satılır’ları da geçip insanlar hakkında fikir edindigimiz o dönüm noktası bizi en cok eglendiren yeri oldu.
Mesela artık bi teyzemiz var dünyanın neresinde görsem tanırım. Otelimize dönerken bir akşamüstü bize esprimtrak bir laf attı bildigin anne yarım teyzemmiş edasında. Ne zaman onun sokağından geçsek evinin önündeki kaldırıma tüner halde bulduk kendisini. Kah avlusunu süpürmekten yorgun düşmüş süsü verdi kendisine kah birini bekliyor gibi yaptı her seferinde. Kapısından geçen insanlara şirinlik yapmak için yaşıyormuşcasına ve bu işten para kazanıyormuşcasına teyzemin mekanı 7 gün boyunca ve tahmin ediyorum senenin geri kalan kısmında da hiç değişmiyor. Kış gelince biraz daha kalın giyinmeyi ihmal etmiyordur umarım. Allah muhafaza üşütüp yataklara düşer de bir dahaki gelişimde göremezsem onu arar gözlerim ciddi ciddi.
Otelimizin sahipleri ise kocaman bir aile idi. Başrolde daha önce adı geçen Sevgi abla tabii ki. Ogulları, kızları, torunları, master eğitimi yaz tatiline girmiş çalışanları –çok ciddiyim- ve eşi ile koskocaman bir “Sevgi” yumagı olmuşlar. Kök salmışlar adeta. Herkesin bir rolü ve bir hikayesi var elbette. Herkes çok çalışıyor. Malum işler bitmez. Ve hepsi de işini çok iyi yapıyor gerçekten de. Sayelerinde tertemiz odamız, ev reçelleriyle süslü geleneksel kahvaltılarımız 24 saat taze çayımız, ve canımız istediginde gidip oturabilecegimiz bir çardağımız vardı hep. Ama benim aklımda tek bir kahraman kaldı otel ekibinden. Sevgi ablanın eşi Alişan Bey. Sanırım kendisi gerçek bir süper kahraman. Mekan yakınlarında 24 saat aynı şekilde aynı rotayı vakur bir edayla geziniyor sonra aniden ortadan kayboluyor. Yüzünde her daim aynı tebessümle aynı ifadeyle üstelik. Onun varlığıyla yokluğu bir halleri, ve hiç çözemediğim ışınlanmaları, sanki 3 kere ismi söylendiğinde hop diye ortaya çıkacağı izlenimini verip güvende hissettirdi hep. Sağolsun.
Adada bir de selam gönderme mevzusu var. Olay selamı gönderende değil selamı alanda. Yüzyıllardır bir “esnaf” kavramı vardır hepimizin bildiği canım ülkemde. Bozcaada bu kavramdan muaf. Mekan sahibine bir tanıdıktan selam gönderdiginizde “Aaa öyle mi? Buyurun ne ikram edelim?” ya da “Aleyküm selaaam, çok memnun oldum, hoş geldiniz” gibi bişeyler duyup sonra da yediginiz içtiginizden ya da aldıgınız hizmetten bir ikram bir indirim bekliyorsunuz. Ama adada işler böyle yürümyor. “Bilmemkimden selam getirdik” dediginizde –selamın kimden geldigi, kime geldigi hiç önemli degil burada- istisnasız aldıgınız tepki bir omuz silkmesi bir boş bakış bir doğal akıştan ileri gitmiyor. Aksine kimseden kimseye selam götürmediğinizde daha hoş karşılanıyorsunuz. İskelenin yakınlarında her gün kahve içmeye gittiğimiz çay bahçesindeki garsonun bizi hiç tanımamasına ve kimseden selam götürmememize ragmen son gün kahvemizi kendi ikram etmesinden, bakkaldan peynir aldıgımızda artanı paketlememiz için alışveriş torbasına nazikçe vakumlu poşet koymasından, şarap turunda rezervasyonumuzda gün kaydırması yapıp, belki kontenjan acılır diye bizi beklettiklerinde şarap ikram etmelerinden filan vardık bu izlenimlere de.
Bütün bunlar dışında detaysız değinmek istediklerim de var: Gün batımını mutlaka en az bir şişe şarapla izlemek gerektigi; köşe bucak gezme fırsatı bulduğumuz için şanslı olduğumuz; adanın güneyinin göz alabildiğine bereketli topraklar, üzüm bağları, zeytin ve incir ağaçları dolu olup ilk izlenime inat sizi ters köşe yaptığı; Ayazma koyu’ndan denize girdiğinizde su dizlerinizi geçene kadar suyun sıcaklığı hakkında kesin bir karara varmamanız gerektiği; hiç ummadığınız bir anda bağların bahçelerin ortasında bir minik şapele rastlayabileceğiniz; ocakbaşında yemek yerken müzige kendinizi kaptırır da sokak ortasında sevdiceğinizle dans etmek isterseniz, kimsenin acaip karşılamadığı; her sokağın da kendi içinde ruh ve ambiyans dağılımı oldugu; akşam yemeklerini mutlaka sahil restoranlarında yemek gibi saplantınız varsa acilen bir doktora görünmeniz gerektiği; doktor demişken adadaki tek sağlık ocağının büyük dispanserimsi bişey olduğu, doktorların sabah 9:30’da işbaşı yaptığı, gece nöbetçi hastabakıcıyının uykusunu bölmemek için hastalanmamanız gerektiği, diş polikliniğinin –bizzat ziyaret etmek zorunda kaldığım için rahatlıkla belirtebilirim ki- çok temiz ve hekimin de elinin çok hafif olduğu; çılgın bir eylence hayatının kollarını açmış dört gözle sizi beklemediği; Bozcaada’nın bir Bodrum bir Çeşme bir Marmaris olmadığı; buranın sıkı dostlar, eski dostlar, eskimeyen dostlar, aile, sevgili, eş, çocuklar ile rahatlıkla gidilebilecek, kendi eğlencenizi kendiniz yaratabileceğiniz, sınırsız sohbet, güzel koylar, güzel yemekler, cici-bici alışverişinin çok ve güzel olduğu; ardınızda aklınıza bir umut bir beklenti koymadıysanız unutulmaz bir hayal bırakıp döneceginiz gibi…
Buydu benim Bozcaadam. Masalsı anlatımıma içten içe gülen size adaya gittiginizde kıs kıs gülecegim ben de...
Dalından koparılmış üzüm salkımı gibi tatlı
Şarap fıçısı kadar derin
Şarap tadında eskidikçe güzelleşen sevgilerimle…"

Böyle uzun bir yazının altına not ekleyeceksem mutlaka "buraya kadar okumaktan sıkılmadıysanız.." diye başlar cümlelerim. Ritüeli bozmamak adına devam ediyorum; buraya kadar okumaktan sıkılmadıysanız ben de Bozcaada'ya gitmekten sıkılmadım. Bu yaz onca seneden sonra bu kez dostlarla Bozcaadaya gittik ve Aliki Otel'de kaldık. Aliki anlatmakla bitirilemeyecek bir konuk evi. Öncelikle ev sahipleri Sevgili Ersin ve Elizabeth Bilen çifti ve biricik kızları Alice ile paylaştığımız günler, tatilin kendisine de en büyük anlamı kattı. Bizleri evimizde gibi hissettirdiklerinden neredeyse günün çoğunu, kendileriyle birlikte geçirdik. Hem de koskocaman deniz gören bir terasa tercih ettiğimiz saat kulesine bakan kapı önünde kah merdivenlerde kah sandalyelerde oturup adanın havasını içimize çekerek.  Durum böyle olunca, dostluklar devam ediyor haliyle. Bundan sonra eminim daha kaç yaz "Hadi Aliki'ye" diyeceğiz. 
 İlk ziyaretimden kalan yazım ve ikinci ziyaretimizden kalan resim ve görüntülerle bu entry'i sonlandırmadan önce giriş sebebine gelmemek de olmaz tabii. Benim en çok merak ettiğim, el ayak çekilince Bozcaada. Sessizliği sakinliği ile bana yine aynı tadı verecek mi? O yüzden ortaya attığım "hadi kışın Bozcaadaya gidelim" fikri şimdilik tutmadı. Onun yerine mevsimine daha uygun olduğunu düşündüğümüz Ağva'dan yana kullandık oylarımızı. Böylece aradan birkaç hafta geçince orada biriktireceğim anılarımı da yine yeni bir entry'de paylaşıyor olacağım. Şimdiden çok heyecanlıyım.

İzleyeceğiniz video 2013 ağustos polente burnuna yaptığımız günbatımı turundan.. Buraya gün batımı saatine yakın servis yapan minibüsler de var. Ayrıca buranın keyfini çıkarmak istiyorsanız gün batımı saatinden yaklaşık bir-birbuçuk saat önce gitmenizde fayda var. Manzarayı izleyebileceğiniz en güzel yer olan en ön sırayı kapmak için bunu yapmak gerekiyor. Zaman geçirirken oyalanmak için ve tabii ki o muhteşem anı yakalamak için yanınıza birkaç şişe de ada şarabı almayı ihmal etmeyin bence... 
Yeni bir finale ihtiyaç duymadım. O yüzden copy-paste yapmaktan da çekinmiyorum.

Dalından koparılmış üzüm salkımı gibi tatlı
Şarap fıçısı kadar derin
Şarap tadında eskidikçe güzelleşen sevgilerimle…

Nadin Nerjan 

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mimoza Mevsiminde Mimozalı Kadın

Yüzde Yüz Zomato