SAL YAN GOZ

Uzun bir ara. Öyle uzun bir ara ki, bu sefer gerçekten "uzun bir aradan sonra yine birlikteyiz" şeklindeki bir açılış cümlesini hakediyor. 

Ne zamandır facebooktan döküyordum içimi. Bugün sizi "read more" tuşundan kurtarmak istedim. En samimi halimle buradayım. 

Elektrikler kesildi. Okuma ışığım adada kaldığımdan elimde el feneri, (madenci edasında demeye dilim varmıyor ama öyle) kitap okuyup kahve içip ısınmaya çalışarak bir akşam geçirdim. Dışarıda normal bir İstanbul Eylül'ünden çok daha soğuk bir hava var. Yazdan birşey anlamadığımız gibi sanırım artık bundan sonra hiçbir mevsimin kendi tadı olacak gibi görünmüyor. İstanbul'da fırtınalar, hortumlar... Bu kış boğazda buz blokları bile görebiliriz. Keşke iskele kenarlarında kösele ayakkabı yün kasket ve parkalarıyla hayatı sorgulamaya çalışan ve bunu yaparken kimselere zararı dokunmayan genç beyefendiler, hanımefendiler de görsek. Hazır renkler uzun zamandır tat vermiyorken '70'lerin Ara Güler fotograflarındaki gibi her yer siyah beyaz olsa. Sadece fotografta değil, gerçekte de öyle olsa.

Bu mood mum ve fener ışığında kitap okumaktan geldi üzerime herhalde. Hiç ait olmadığım o zaman dilimine döndüm. Cep telefonumdan durumu paylaşayım dedim ama içimi dökecek kadar yer vermedi bana. İsyanımı kelimelere dökemedim. Yer olsa bir destan da ben yazardım, adını da siz koyardınız. Güzel olmaz mıydı?

2014. Buluş ve icatların, aydınlatılan bilimsel ve teknolojik soru ve sorunların, uzaydaki keşiflerin ve daha nicelerinin tavan yaptığı, sıradan insan aklının 50 sene önce alamadığı tüm sırların aydınlatıldığı, insanlığın durdurulamaz bir hızla ilerlediği senelerin bugünü. Sıradan bir evde dahi sizi konfor içinde köşenizde rahat ettirecek her türlü techizata sahipsiniz. Bunların en önemlisi, bir fincan kahve suyu için gereken kettle, ve kitap okumaya yetecek kadar aydınlatması kafi olan bir adet ampul. Bu ikisi bile işte bugünün teknolojisinde çalışmıyor. Olsun. İyi tarafından bakacağım. Karanlık ve evde tek başına kalma korkumu yeniyor, faz faz giden elektrikte karşımdaki binada hal-i hazırda salonuma kadar erişen ışığı da katıyor, çakmakla ocak yakıyor, cezvede su ısıtıyor ve gereken tüm ortamı oluşturuyorum. Başardım. Işığım, kahvem herşeyim var. 

Devleti suçlamıyorum. Kedi-trafo ilişkisi aklıma bile gelmiyor. İstanbul'un güzelliğinin suçu. Herşeyleri buraya yapmak zavallı altyapısız şehrimi hunharca botoxlamak, sarkan yerlerini dikleştirmek istediler. Daha değerli olur dediler. Olmadı. İstanbul'un suçu. Başka kimsenin değil. Gözde ve narindir o. Ses çıkarmaz. Ses çıkarmadı böyle oldu. 

Hayko Bağdat "SALYANGOZ", aldığım günün ertesi gün bitti... Grandmama'ya havale edildi, elinden düşürmüyormuş. Okuyadururken hislerimi biraz erken paylaşmışım. Zira ikinci gün kitabın ikinci bölümüne geçmiştim. Hani yer yer okurken yüzümü görmek isterdim demiştim ya, esas ikinci bölümde kendimi daha fazla görmek isterdim. Klişe olabilir belki ama, okuyup yaşamanız lazım demek istiyorum. 


Dost sohbetlerinde, "okuduğunuz öğrendiğiniz olmayın" derim. Beyninizin bir süzgeci olmalı. Yaşadıklarınızla okuduklarınızı sentezleyebilir, ihtiyacınız olmayan tabulardan kurtulup hafiflerken kendinizi şekillendirmede o süzgeçten faydalanabilirsiniz demek istemektir "okuduğunuz olmayın" terimi. Araştırmak ve özgün bakmak sizi özgürleştirecektir her zaman. Hayko'yu okurken de özgürleşmeye yüz tutmuş bir pırıltının kaleminden çıkmış satırları bilinçaltım şu an hazmediyor. İleride düşüneceklerime ışık tutacak bir kitap. 
Ne tesadüftür ki, yeni projem için çokça belgesel ve kaynak didiklerken, Kültürel Farklılığın Renkleri isimli belgeseli izlemiştim. Hem de iki kere. Yönetmeni Annie Pertan dahiyane bir alt metin eklemişti belgeselin geçişlerine. Bir salyangoz izliyordu İstanbul'u. Eh ne de olsa belgeselde Ahırkapı Roman Orkestrası, Ara Güler, Emilios Eden, Erol Sarafian, Giovanni Scognamillo, Habib Gerez, Hayko Çepkin, İzzet Kehribar, Kobra Murat, Leonidas Asteris, Lolita Asil, Rober Haddeler, Selim Sesler, Sibel Horada, Stelyos Berberis, Suzy Hug-Levy yaşamlarından kesitler izliyor, onları dinliyor anlamaya çalışıyorduk. Kim bu insanlar, ne yapıyorlar, nereden geldiler!i anlamaya çalışıyorduk. Paylaş'a bastığımızda da bunu içindeki salyangozla beraber yapıyorduk, müslüman mahallesinde salyangoz satıyorduk. Onlar da müslüman mahallesinde salyangoz idiler. Belgeselin ağır ağır ilerleyen bir salyangozun sırtından anlatılıyor olması dahiyane idi. Bu detayı görüp görmediğini, benim gibi anlayıp anlamadıklarını dostlarıma sordum; "olabilir" olurunu aldım. Hala yoruma açık. Fikirlerinizi isterim. Belgesel youtube'da var. 

Sonra geldik Hayko'nun SALYANGOZ'una. Kitap güzel, tesadüfler güzel. Okumaya devam. 

Sıradaki kitap gelsin; ALDATMAK- Paulo Coelho. 
Adının anlamına varmaya başladığım sayfalardayım ancak oralara gelene kadar etki yaratan bir bölüm sarsıyor beni. Paylaşmak istiyorum: 
Burada sokakta tanımadığımız birine rastlayınca hâlâ "günaydın" diyoruz, bir şişe su aldığımız dükkandan çıkarken "görüşmek üzere" diyoruz, oraya bir daha dönmeyeceğimizi bilsek bile. Hatta otobüste tanımadıklarımızla sohbet ediyoruz, oysa dünyanın geri kalanı biz İsviçrelileri ketum ve soğuk zanneder. Olur mu hiç öyle şey! Ama bizi öyle sanmaları iyidir çünkü böylece yaşam biçimimizi değiştirmeden beş-altı yüzyıl daha geçinebiliriz, ta ki istilacı barbarlar Alp Dağları'nı aşıp müthiş elektronik aletlerini, odaları küçücük olsa da davetlileri etkilemek için büyük salonlu dairelerini, aşırı makyajlı kadınlarını, yüksek sesle konuşup komşuları rahatsız eden adamlarını ve isyankâr kıyafetler giyseler de anne babaları ne düşünür diye ödleri kopan gençlerini getirene kadar. Bırakalım herkes bizim sırf inek yetiştirip peynir, çikolata ve saat ürettiğimizi sansın. Cenevre'deki her sokağın köşesinde bir banka olduğunu sansın. Bu görüşü değiştirmeye hiç mi hiç meraklı değiliz. Barbarların istilası olmadıkça mutluyuz. Hepimiz tepeden tırnağa silahlarla donanmışız - askerlik zorunlu olduğundan İsviçreli her erkeğin evinde bir tüfek bulunur- ama insanların birbirini vurduğu nadiren duyulur. Yüzyıllardır hiçbir şeyi değiştirmeden mutlu yaşadık. Avrupa evlatlarını anlamsız savaşlara gönderip dururken tarafsız kaldığımız için gurur duyuyoruz Cenevre'nin pek çekici olmayan görünümü, XIX. yüzyılın sonundan kalma kafeleri ve sokaklarda gezinen yaşlı kadınları konusunda kimseye hesap vermemiz gerekmediği için seviniyoruz. "Mutluyuz" diye vurgulamak belki yanlış olur. Herkes mutlu. 




Vay be. Ne model. Ülkeyi oluşturan her birey için, İsviçreyi ayağa kaldırmayacağını bilecek kadar rahat cümleleri "biz" diye diye kurmak. Karakterin ağzından büyük büyük yazmak ve bunu yaparken emin ve rahat olmak. Ne yazık ki özeniyorum. Ne enteresandır ki karakter hayatında heyecan arayan bir kadın. Huzur batması yaşıyor olmalıyız milletçe. Heyecanımızı bir kenara bırakıp şuradan şuraya kıpırdayamıyoruz. 

Kıpırdamak istesek bile, şartlar bizi bir salyangozun hızında ilerlemeye itiyor. Şartlar itse de, salyangoz olanca gücüyle tutunuyor. Salyangoz top olacak ki kinetik enerjiden birazcık payını alsın. Sürtünmeyi yerçekimini ve kabuk şeklinin iki dönmede duracağını düşünürsek, kabuğumuza çekilsek bile ilerlememiz zor. Ama imkansız değil. Uzayımsı bir ortamda bir sıçrayış hepimizi kilometrelerce öteye taşır. 

Yine de önce, ortamda uzay olmak gerek. O ortamı yaratmak gerek. 

Okuyun
Nadin Nerjan 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mimoza Mevsiminde Mimozalı Kadın

Yüzde Yüz Zomato